Vee, Yavru Tarzan hüzünle sunar;
Bir Şehir Ruhu Hikayesi;
KADIKÖY TURU
Ruhum zaten sokaktaydı.
Kadıköy otobüsü, E-5'in ya da yeni ismiyle D-100'ün sonundaki virajı keyifle aldı. Hava kapalıydı, üzerimdekiler inceydi, yağmur yağsa sırılsıklam olup üşütürdüm belki ama olsun, yine onun için ya da onun yüzünden hasta olmaktan korkmuyordum. Maalesef dışarda olmalı ve acımı çekmeliydim. Hiçbir şey bundan daha önemli değildi.
Otobüsteyken, KKR, diye içimden seslendim, sen yine muhteşem bir adamı mahvetmişsin! Ne istedin lan güzelim adamdan!
-Benimle alakası yok, diye cevap verdi, kaçtığını hissedebiliyordum.
-Gel yeeeah, diye kükredim yine içimden, saniyesine yanımda belirdi.
-Benimle alakası yok, dedi tekrar, bir şeyleri dağıtmış yavru köpek bakışları, kumral, mavi gözlü, boyu çok uzun değil, salaş kıyafetler, paçaları çamurlu. Hayal ettiğim KKR'nin gözleri kahverengiydi aslında.
-Olurum istersen, dedi, hayır olamazdı ama yalanlarına alışmıştım. Cevap vermedim, biraz takılmamız lazım seninle, dedim.
-Takılmasak?
-Berbat durumdayım yav!
-Ama bugün cumartesi, her yer kaynıyor, Kadıköy'ün bana ihtiyacı var, ben sonuç olarak...
Bırak, dedim içimden, ne olduğunu biliyorum, senin gibi kaç tanesiyle uğraştım ben, şimdi sen benimle sahile geliyorsun, önce biraz Haydar Paşa'yı seyredeceğiz, sonra hangi güzergahı takip edeceğimi zaaten biliyorsun, en fazla bir saat sürer.
Lütfen!
Ve işte Haydar Paşa'yı kesiyorduk. Üzerinde berbat bol bir kazak, bol pantolon, ara ara nefret içinde bana bakıyor, ne o yarattığını beğenemedin mi lan, tamamen senin eserinim halbuki! Çocukluğumu, gençliğimi sana verdim ve seni hala seviyorum -ve hala-, bu mu yani bana geri dönüşü tüm bu sevginin?
-Abartmasak?
-I'm in pain! -acı içindeyim-
-So what amk! -n'olmuş yani amk.- Herkes acı içinde, bütün Kadıköy acı içinde, ben hep acı içindeyim, hem zaten ben mutluluk vaadetmemiştim, bu ne sinir lan?!
Ah, bir de satıcı tripleri eksikti! Zaten mutluluk vaadetmemişmiş... Allah Allah... Öyle bir şey demediğini ben de hatırlıyorum. İlla söylemen gerekmiyor zaten. Söyleseydin de, ben öyle bir şey dediğimi hatırlamıyorum diyerek çirkefe yatardın zaten.
-Ne zaman bu kadar çirkefleştin sen ya?
Yanlış yerdeydik. Yanlış yere gidiyorduk. Bir şehir ruhu için bunlar anlamsızdı. Sadede gelmem lazımdı.
-Neden ona bunu yaptın?
-Çattık. Ya ben kimseye bir şey yapmadım!! Hasta mısın? Ben bir şehir ruhuyum, tek yaptığım takılmak!
Bana ne!
-Ayrıca insanların seçimlerine pek karışmıyorum, biraz yönlendiriyorum o kadar. Doğru yolu gösteriyorum. Balık tutmayı öğretiyorum. Güzel bir şeyim.
Tabii ki biliyordum. Güzel bir şeydi ve bir ruh olarak insanların seçimlerine elbette karışamazdı. Bu, onlar için en fena suçlardan biridir. Biliyorum. Ama o kadar kötü hissediyordum ki, seviştiğimi sandığım adamın, bir zamanlar dünyanın en güzel adamı olan insanın, ruhsuz bir canava dönüşme sürecinin bu piç ruhla bir şekilde alakalı olduğundan emindim. Ayrıca birinden hıncımı çıkartmalıydım.
Gerçi, KKR'den önce aklıma başka hınç çıkartma araçları gelmemiş değildi. Tabii ki kendimden başlamıştım; önce uyudum. Ne kadar uyursam o kadar güzeldi, göya beynime reset atıp uyanıyordum. Sonra, onca uyku nedeniyle fazla enerji birikti ve biriken enerjiyle çalışan kafam yine kendine saldırdı -kafanın kendine saldırması?- ve bu sefer daha fazla acı vardı. Üstelik, neredeyse bir aylık uykumu almış olduğumdan artık uyuyamayacaktım da... Ve merhaba bira! Ve merhaba şarap! Ve merhaba mastürbasyon! İlginç, mastürbasyonun aklına en son gelmesi, diye sordu KKR, bence de ilginç evet, demek ki olay hakikaten kalbimle alakalı bir meseleydi, düşün bak yarattığın canavarı kalbiyle seven bir kızım ben, bana bir cevap vermen lazım KKR!
-Ya, ve merhaba şarap ve merhaba mastürbasyon demiştin, iyiydi oralar bak, ben bir facia göremedim henüz ama?!
-O değil de neden böyle oldu KKR?
-Doğru, hakikaten ne kadar da iyi bir adamdı. Ama işte hayat bazen böyledir, çok seversin ve sevdiğin seni düşündüğün gibi sevmiyordur ve kurduğun tüm hayaller, planladığın güzel gelecek ve onun için yaratmayı düşündüğün her şey, bir aptallık uğruna yokolur. Ve, elbette bunu hakedecek insan değilsindir. Ama olur. Haketmemiş olsan da yaşarsın. Beeelki, ufak tefek belirtiler vardır ve sen kaçırmışsındır. Ya da aşktan gözün kördür ve ufak ayrıntıları görmek istemezsin. Bilemiyorum. Aslında, bikaçbin yıllık tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki, tek bildiğim bunları tartışmanın manasız olduğu, ama gel de anlat şimdi bunu sana tabi... skicem.
-Bu saçmalıkları anlatasınız diye varolduğunuzu okumuştum.
-Yalan amk!
Derin bir nefes aldı. İçinden lanet çömezlerr, dediğine emindim, her şeyden emindim, hepimiz bir yığın şeyden eminiz ama en başa geri dönüyoruz, ne güzel.
-Evet, işte bu nedenle basit adımlar atman gerekiyor, hatırla, insan ilişkileri atomu parçalamak değildir, basit olmak lazım; şimdi o, birkaç bireysel felaket yaşamış ve bir noktaya varmış (her şeyi skme noktası) ve o noktadan sonra -en azından bir süreliğine- herkesi skebileceğini düşünüyor, sadece ve sadece onun seçimi, bunun benimle hiçbir alakası yok!
Ama anlamak istemiyordum.
-Aylak Adam'ı tavsiye etsen acaba?
-Hayır!
-Şey desen, tamam belki sen, hayatın sana sunduğu bu yeni kaltağa hazır değilsin ama sen öyle birini istediğinde de hayat buna hazır olmayacak, hayat işte böyledir, istediğimizi farklı zamanlarda verir falan desen?
-Hayır!!! Şimdi de postacı olduk amk! İstiyorsan kendin söyle.
-Fakat ben onun gözünde bir...
Cümlemi tamamlayamadım. Bu son cümleyi kurarken sesim kırılmıştı. Yine derin nefesler alındı. Kırık bazı şeyler parçalanmıştı. Aslında yine, tabii ki, yargımın doğru olmadığını biliyorduk. Bunu haketmediğimi de biliyorduk. Mesele kimin neyi hakettiği ile ilgili bile değildi, bunun da farkındaydık. Pek çok şeyi biliyorduk ama bunu nasıl çözebileceğimizi bilmiyorduk. Ya da ben aslında "çözüm" diye bir şey olmadığının farkında değildim. Hatta, çok temelde, Palahniuk'un Tıkanması'nı okumuş ve yer yer ezberlemiş biri olarak "asıl cevap, bir cevabın olmamasıdır" kuralından haberdardım ama işte...
-İşte tam olarak bu nedenle, seninle bir yürüyüşe çıkmamız lazım, de.
Kalktık. Ufukta Karaköy-Eminönü İskelesi görünüyordu. Tur gemileri, otobüs durakları cehennemi ve çay bahçesinden oluşan karmaşayı alışkın hareketlerle konuşmadan geçtik. İskele önünde bir nefes alabildik. Güzel sanatların dökülen pencerelerinden piyano sesleri geliyordu, cumartesi günü bu olacak şey değildi, sanıyorum KKR'nin küçük bir mucizesiydi, böyle bir tuhaf mutlu oldum, hava hala kapalıydı.
-Hepimiz mutsuzuz, hepimizin geçmişinde felaketler var ama ben kimseye kötü davranmıyorum. İnsanlıktan umudumu kesmiş değilim. Bir öncekiler piçlik yaptılar diye tüm erkekleri kullanılabilecek köpekler olarak görmeye başlamadım, tamam, ben böyle düşünüyorum diye herkesin böyle düşünmesini beklemiyorum ama sadece çok sinir oldum, çok mutsuzum, daha önce olanlar benim suçum bile değildi!
Cevap vermedi. O sırada farkında değildim ama cevap vermeyecekti zaten. Haha.
Haldun Taner Sahnesi'nin önündeydik. Kadıköy'ün karnı deşilmiş gibiydi. Gözüm ister istemez trafik ışıklarına gitti. Gazete standı. İlk buluşma. Nefret ediyorum. Halbuki bir süre uğramam sanıyordum. Yani uğramayayım da geçmişin hayaletleri ışıklardan karşıya geçip gazete standına gelmesin.
-Onca el tutmalar, onca gözlere bakmalar, söylememe rağmen bir yığın şeyi hatırlamalar, tüm o sarılışlar, öpüşmeler! KKR, belki anlatabiliriz, belki düzelir, düzelemez mi? Belki sadece sinirli olduğu için öyle söyledi, belki hala bir umut...
Hayır, umut falan yoktu.Ve o an için KKR'nin bana bunu anlatmasına imkan da yoktu.
Hala arabalara yeşil yanıyordu ama büyük bir kalabalık halinde karşıya geçtik. Bir Kadıköy klasiği. Arabalara 3 sn daha yeşil yanacak olmasının yayalar için hiçbir önemi yok. Sadece bizim Kadıköy'ün derinliklerine ne kadar hızlı varacak olmamız önemli. Hepimizin çok önemli işleri var. Zaten bir iş sadece Kadıköy'de olduğu için bile önemlidir! Önemli olmasa neden Kadıköy'ü seçelim o işi yapmak için! O yüzden biz yayalar geçmek zorundayız, siz arabalar, zaten Kadıköy'ü terketmek durumunda olan siz lanetli ruhlar, bekleyin ve Kadıköy'deki son anlarınızın keyfini çıkarın!
Yapı Kredi'nin binasının önünden, yaani Bambi'nin arkasından, Ermeni Kilisesi'nin önüne ve oradan yine alışkın hareketlerle, İngilizce kursu kampanyalarını ve dersane gençliği kalabalığını yararak Akmar'ın oraya aktık. KKR hala tek kelime etmemişti.
-Onu geri istiyorum ben! Ama geri istemiyorum da bir yandan. Beni anlamıyor. Anlamak da istemiyor. Çok basit biliyorum, gayet basit işte ama çok acıtıyor şu an ve ne yapacağımı bilmiyorum gerçekten. Tamam peki, vazgeçtim, Aylak Adam'ı falan tavsiye etme, olur da Kadıköy'e gelirse. Ve hayır, istediğimiz şeyleri hayatın istediğimiz anlarda sunmaması olayını da sktiret, bunu anlayacak kadar zeki olması lazımdı -onu bu yüzden sevmemiş miydim-, aptal değil ki bu adam! Olayın abecesi ile uğraşmıyor olmamız lazımdı, bunlar benim dikkat etmem gereken lanet işaretler değil mi, geri dönse ne olacak, bu aptallıkları yapmış bir adamla hangi noktaya gidebiliriz? Gidemeyiz de ben, lanet olsun, çok üzgünüm ve üstelik benim suçum bile değil! Benim tek yaptığım, lanet poğaçalar ve aldığım dev yastıklar ve düşündüğüm lanet arjantin bardakları ve onunla buluşacağım diye hastalığımı sittiredip yediğim on iğne!
-Bunların hiçbirinin onunla bir alakası yok aslında... sadece dikkat etmedin.
-Biliyorum!!! Biliyorum, lanet, hepsi benim işlerimdi, dikkat etmemek de olayın eğlencesiydi zaten, bi' de şimdi tekrar eğlenenmem de ben, ya ben de canavara dönüşürsem?! Hım? Bunu mu istiyoruz, peki, bu arada sonuç şöyle; canavara falan dönüşmeyeceğim!
-Eyvallah. Bu, tamamen senin kararın ve ben de bu nedenle seni seviyorum.
Çok sonra anlayacaktım ki, aslında o gün, çılgın çağrıma cevap verip beni yürürken yalnız bırakmamasının nedeni de buydu. Çünkü; iyi çocuklar şirinleri, iyi insanlar şehir ruhlarını görebilirdi. --bırakkkkk-- --yazdığımdan tiksinmek-- --ama silmemek de---
Bahariye'ye doğru sessizce tırmandık. Kadife Sokak'ın çıkışına gelmeden birkaç dakika önce, kafenin birine girdik ve Kadıköy'deki bildiğim en şirin balkona çıktık. İki çay ısmarladım. Ben ısmarlıyordum çünkü ben haksızdım, o haklıydı.
-Doğru, bütün bu sayılar ve mızmızlanmalar, hepsi yalan. Duygusal bir hatunun handikapları ya da insanlık belirtileri, artık nasıl tanımlamak istersen...
-Handikapları tercih edeceğim canım.
-Hiç aşktan, sevgiden anlamıyorsun değil mi?
-Eğer senin hikayende varolsaydı, anlamaya çalışırdık...
Yoo, acımasız değildi. Hatta bayağı eğleniyordu. Günün tatlısı bendim ve afiyetle yemesinde bir sakınca yoktu. O, bu yüzden şehir ruhuydu ya da şehir ruhu olduğu için böyleydi ya da yaşadığım şehir aşağı yukarı bundan ibaretti ve biz her gün bu tanımlamaya çalışırken boşa zaman harcadığımız durumla karşı karşıya kalıyorduk. Cevap aramaktan yorulduğumuzda kendi cevaplarımızı oynatmaya başlıyorduk ama o cevapların da bir kullanım süresi vardı; insan yapımı her şeyde olduğu gibi, kendi cevaplarımız da eskiyor, doldurmaya çalıştığı boşluk genişliyor, miladı doluyor ve bozuluyordu. Bozulunca zehirlemeye başlıyordu belki. Sonra yeni cevaplar... yeni yalanlar... yeni sistemler... yeni gerzeklikler... Tutunmadığım sürece bir anlamı olmayan her şey. Tutunsam da bir süre sonra anlamsız gelmeye başlayan bir şey de olabilir.
-Pekala, sonuç olarak n'apıyoruz, dedim üçüncü çay gelmişti.
-Hah, nihayet aradığım kız geldi, dedi, sen şimdi beni dinliyorsun.
-Bir; kalbinin gürültüsü, kafanın boşluğu, kafanın gürültüsü, kalbinin boşluğu; sadece kafan boş ve kalbin gürültü yapıyor, hepsi bu, dedi, tekrarlamam gereken kurallardan biri buydu. Genelde böyle olur, seslerden birini kısarız ve o ses varlığımızı terkeder, zamanla geri dönebilir, genel geçer bir kural olmamakla birlikte zaman zaman durumu açıklar, senin için anlamını kaybedene kadar kullan.
-Bir şey ifade etmiyor.
-Farketmez, aklında tutmaya çalış, iki; aslında sen de biliyorsun, içten içe biliyorsun ki, kimseyi geri istediğin falan yok. Var mı? Ama ciddi cevap vermen lazım. Yok. Yok işte. Bilemiyorum, o zaman seni sevenleri düşünmen lazım sanırım, varlığınla mutlu olan birileri vardır illa ki, bir süre, fırtına geçene kadar ya da sen durumu çözene kadar, çözemeyebilirsin de, garanti vermiyorum, şehir acaip en nihayetinde ama değecek birine iyilik yap bari. Madem melekliğin tuttu amk. git çocuk besle, hayvan edin, nedir derdiniz kendinizle bu kadar, ey insanoğlu! Bazılarınızın da derdi hakikaten bu, çogacaib, kendinizi sktiredin artık, niye öyle yaptıysanız yaptınız, hakikaten tüm dünyanın neden bir skik olduğunuzu merak ettiğine inanıyor musunuz amk! the truth is out there!!!
-Bilmediğim şeyler değil.
-Madem biliyorsun, niye benim kafamı skiyorsun ki?! Yine farketmez, üç; kafan boşsa, kafanı doldurman lazım demek ki, git ülkeyi kurtar ya da para kazan ne bileyim, manasız başarılar elde et. Bunu da yaptık, de. Poligonda atış talimi mi olur, kısa film mi olur, Prag mı olur, devasa bir roman mı olur; esasen biz burada sadece senin vereceğin emirleri bekliyoruz sayın komtanım.
-Peki.
-Ama anlıyor musun??? Bunlar basit adımlar, zaten biliyordun, unuttun, şimdi hatırla, tekrar et! Ki, tekrar etmen lazım, bütün gün seninle aylak aylak dolaşamam, özümde aylak adamın teki olsam da gerçekten yapacak işterim var bebek, üzgünüm, o yüzden bunlar tekrar edilecek, başlıyoruz, bir; kalbinin gürültüsü...
-Ciddi olamazsın.
-Çok ciddiyim, çağırdın, geldim, seni dinledim ve işte çözüm; basit adımlar! Tekrarlıyoruz!
-Ama?!
-Tekrar!!
Kalktık.
Ben tekrarlamaya başladım.
Moda'nın dehlizlerinden Bahariye'nin bittiği noktaya çıktık. Oradan Boğa'ya inecek, tam karşıki sokaklardan birinden Yeldeğirmeni'ne varıp mahallenin rüzgarlarına kendimizi verecektik. Oradan köhne meyhanelerin buluduğu sokaklara doğru sallanıp, o mekanların bir iki sokak ötesinde yolculuğumuzu tamamlayacaktık. Tüm bu tur boyunca söylediklerini tekrarladım. İtiraz ettim, kendi gerçekliğime döndüm, beni pataklayarak geri çekti, sustu, güldü, arada bi kayboldu, sonra geri döndü. Balon aldı, patlattık. Güldüm. Sonra yine sinirlerim bozuldu. Mısır aldı. Yemeyip sokak çocuklarına verdik. Yeldeğirmeni'nde sokak çocuğu var, evet.
Güneş açmıştı.
Yine de iyi hissetmiyordum.
Geldiğim deliğe E-5'ten geri dönecektim ve minibüsler bizi bekliyordu.
-Ama tabi, bilmen lazım ki, burada başka bir şey oluyor, bu sadece birinin gitmesiyle alakalı değil, sen başka bir şeyin peşindesin ve bu acı verecek. Hep öyledir zaten, kaybolduğunuzda olan budur, artık yolunu bulman lazım.
-Çözmüşüz gibi gelmiyor.
-Tekrarla! Bir; kalbinin boşluğu, kafanın gürültüsü...
Bir şeyi hatırlamaya ihtiyacım yoktu, bir buçuk saat Kadıköy'de yürümüştük ve bana bitmiş gibi gelmiyordu. Planım, eve gidip içmeye başlamak ve ertesi gün erkenden uyanıp, içebilecek duruma gelip içmeye devam etmek şeklindeydi hala. KKR bile yaralarımı saramamıştı.
O an öyle sanmıştım.
Pembe Fil'den aşağı minibüs kendini bıraktı. E-5 en seksi haliye önümüzde uzanıyordu. KKR, Kozyatağı'nda yokolacaktı ve hala bana söylediklerini tekrarlatıyordu. Ki hiçbir dediğine inanmıyordum. Yaram derindi, hava güzeldi ve istesem bir buçuk saat daha yürüyebilirdim ama KKR ortalıktan kaybolacağına üzülüyordum.
-Sanmıyorum ama onun ilki miydim?
-Buu tip özel sorulara hiçbir şekilde cevap vermiyoruz sayın bayan.
-Bekaret meselesini sallıyor mu peki?
-Beelki de bir falcıya gitmeniz lazımdır.
-Peki o son gece saat 12'den sonra gelen o tuhaf mesaj ne olacak? Hakikaten o mu yazdı, KKR, bana bak!
-Bilmiyorum. Sen de bilme. Bilmek istemiyordun aslında ya, öyle devam et.
İstese bilebilirdi. Şehir ruhu olmanın güzelliği buydu, varlığının temelinde bizim mutlulularımız, acılarınmız, düşlerimiz ve tüm hikayelerimizin yatıyordu ve doğanın oluşturduğu en acaip yaratıktı; elbette ne olduğunu biliyordu!
-Fakat aradığın cevabın bunlarla bir alakası yok, bunlar sadece gereksiz ayrıntılar. Gerçek, senin sadece söylemekten korktuğun şey. Ve, evet, söylediğinde acıtacak.
Kozyatağı'na yaklaşıyorduk. Elimi tuttu. Gözleri kahverengiydi şimdi. Evet, kahverengini tercih ederdim ama Kadıköy'de deniz vardı. İlla ki KKR'nin gözleri maviydi. Beni mutlu etmek için yalan söylüyordu. Bir şey söyleyecekmiş gibi bana doğru yaklaştı, enfes kokuyordu. Aslında o an, keşke kalmaya devam etse, diye düşündüm, onunla iyiydim evet, biraz daha kalsındı.
-En azından Bostancı Prenses'e kadar!
-Geldik bebeğim.
-Görüşür müyüz?
-Aslında ne kadar az görüşürsek o kadar iyi.
İndi. Minibüs tam Kozyatağı köprüsünün altında durmuştu, köprünün ayağının arkasına kadar izleyebildim, muhtemelen oralarda bir yerde yokoldu.
-En azından tekrarla, diye seslendi içimden bir ses. Acı verecek ama boşver. Boşver sadece.
Neredeyse korkunç geçen bir haftadan sonra, yine bir cumartesi günü, bir önceki hafta onu çağırdığım saatte, otobüsten yine aynı yerde indim. Bu sefer Yeldeğirmeni-Boğa-Bahariye-Moda-Çarşı güzergahını kafamda kurgulamıştım. Soru sormak falan yoktu. Düşünmeyecektim bile. Hangi sokağın nereye çıkabileceğini hesaplamadan otomatik pilotta uçacaktım.
-Neyse ki hava güzel, dedi. Arada sırada böyle kendiliğinden belirdiği de olurdu. İyi görünüyordu.
-Beni merak ettin, biliyorum.
-Ben merak etmem.
Ki etmezdi, evet.
-Bugün tekbaşınayım.
-Fakat güzergahı beğendim.
-Görüşürüz!
-Vaov, birileri öğreniyor.
Öğrenmesem daha iyiydi gerçi. Böyle öğrenmek istemezdim. Belki hiç öğrenmemiş olmayı ve öğrenmemi gerektirecek bir durumda hiçbir zaman olmamayı tercih ederdim. Güç iyidir, bilmek iyidir, tecrübe iyidir; böylesi kötüydü amk. Bu kadar bilgelikle ben tam olarak ne halt yiyeceğim?
Ama işte; hayat.
Lö Petit Notte:
-Bu aslında 3. şehir ruhu hikayesi. İkincisi korkunç bir yapım aşamasındayken ilki belki buralarda bir yerlerdedir ama esasen efsanevi ilk bloğumun eşsiz bir yayınıydı.
-Hikayenin gerçek kişi, kurum ve kuruluşlarla bir alakası elbette yoktur. Fakat bazı tesadüfler neden olmasın ama?